İkiye Yarılmış Türkiye ve 30 Ağustos Zafer Bayramı
- Didem Öneş
- 1 Eyl
- 5 dakikada okunur
Fay Hatları Derinleşmiş Bir Ülkede; Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu Aslında Bahane
Değerli Okurum, tüm toplumun aslında farkında olduğu ancak ifade etmekten belki de çekindiği veya dili varmadığı gerçeğimizi üzülsek bile ortaya sermeliyiz. Sorunların temel nedenlerini göz ardı eden bir toplum, çözüm üretiminde de başarı elde edemez ve yapay bir gerçeklik algısında kaybolur. Gelin Türkiye'nin temel ve son derece tehlikeli sorununu önce ifade edelim:
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan 84 milyon insan aynı hedefte, ülküde ve gelecek inşasında birleşmemektedir. Dolayısıyla bir milli birlikten, dayanışmadan ve kardeşlikten de bahsedilemez. Böylesi bir ortamda demokratik bir cumhuriyet de inşa edilemez. Acı ama gerçek!
Bu tezin en belirgin örneği, cumartesi günü, 30 Ağustos Zafer Bayramı Anıtkabir tören alanında bir kez daha yaşanmıştır.
30 Ağustos Zafer Bayramı, yalnızca bir tarihsel zaferin yıldönümü değildir; ulus ve egemenlik fikrinin Türk kimliğinin temel değerleri arasında yeniden vurgulandığı, ortak kamusal değerlerin en görünür hâle geldiği bir gündür. Bu nedenle 30 Ağustos, bir yandan bağımsızlık iradesinin tarihsel hatırlatıcısı, diğer yandan da Cumhuriyet’in kurucu değerlerinin bugüne taşındığı bir kolektif hafıza mekânıdır.
Ortak kamusal değerler, toplumun dini ya da etnik farklılıkların ötesinde, ulusal semboller, anma günleri ve ortak tarih üzerinden şekillenen bir bütünlüğe işaret eder. Toplum bilimci Durkheim’in toplumsal dayanışma yaklaşımıyla da uyumlu olarak, bu değerler toplumun bir arada kalma iradesini güçlendirir. Türkiye açısından 30 Ağustos, işte bu “ortak kamusal değerler” anlayışının en güçlü örneklerinden biridir. Çünkü bu gün, milletin kendi kaderini tayin hakkını yeniden hatırlattığı, özgürlük ve egemenlik ilkesini kurucu değer olarak teyit ettiği bir dönüm noktasıdır. Bu dönüm noktasının mimarı da Gazi Mustafa Kemal Atatürktür.
Türk tarihine bakıldığında, il (devlet), töre (adalet/hukuk) ve bağımsızlık kavramları, Göktürk Yazıtları’ndan Osmanlı’ya kadar farklı biçimlerde kimlik inşasının merkezinde yer almıştır. 30 Ağustos 1922 zaferiyle bu tarihsel süreklilik 20.yyla girerken yeniden tanımlanmış; ulusal egemenlik, eşit yurttaşlık ve bağımsız devlet anlayışı Cumhuriyet’in temeline yerleşmiştir. Dolayısıyla 30 Ağustos, dünya savaş tarihine girmiş bir askeri başarıdan öte, Türk kimliğinin bağımsızlık ve egemenlik etrafında yeniden inşa edildiği tarihsel bir eşiktir.
Ne var ki 2025 yılındaki kutlamalar, yalnızca bu değerlerin hatırlatıldığı bir gün olmamış; aynı zamanda bugünkü toplumsal yarılmanın en çıplak hâliyle ortaya çıktığı bir sahneye dönüşmüştür. Bunun en belirgin örneği, 30 Ağustos devlet töreni sırasında Anıtkabir’de yaşanan uygulamalarda görülmüştür.
Tören alanına yalnızca devlet erkânı, isimleri belirlenmiş askerî protokol, milletvekilleri ve iktidar partisinin teşkilat mensupları alınırken, dışarıda bekleyen binlerce vatandaşın girişine izin verilmemiştir. Bu durum, “her yurttaşın eşit biçimde sahip olması gereken ulusal anma hakkının” fiilen sınırlanması anlamına geldiği gibi, ortak bir değer olması gereken Anıtkabir mekânı partizan bir alan gibi kullanılmıştır.
Tören esnasında, Atatürk’ün anıtmezarında bulunulmasına rağmen, katılımcılar arasında “Recep Tayyip Erdoğan” sloganlarının atılması dikkat çekmiştir. Bu sloganlar, ulusal bir hatıranın “saygı ve sessizlik” atmosferini bozarak, töreni parti gösterisine dönüştürmüştür. Daha da önemlisi, slogan atan grupların Atatürk’ün mozolesine uğramadan ve saygı duruşunda bulunmadan alandan ayrılması, iki farklı değerler dünyasının sembolik olarak karşı karşıya geldiğini gözler önüne sermiştir.
Aynı gün, iktidara yakın gazetelerden birinde yayımlanan bir köşe yazısında, laiklik açıkça hedef alınmış; laiklik “tasma” olarak nitelendirilmiş, “özgürlük değil pranga” olduğu öne sürülmüştür. Yazıda şu ifadeler ile ülkenin bir kesimine hakaret de edilmiştir: “Laikliğin özgürlük olduğunu söyleyen ya salaktır ya da asalak!”Böylece, Cumhuriyet’in ortak kamusal değerlerinden biri olan laiklik, kitlesel bir bayram gününde dahi meşruiyeti tartışmaya açılan bir kavram hâline de getirilmiştir.
Bu örnekler, 30 Ağustos 2025’in niçin yalnızca bir ulusal anma günü olarak değil, aynı zamanda iki farklı Türkiye’nin sahneye çıktığı, birbirine karşıt kimlik ve gelecek tahayyüllerinin görünür olduğu bir gün olarak kayda geçtiğini açıkça göstermektedir. Bir yanda Atatürk’ün temsil ettiği laik, demokratik, eşit yurttaşlığa dayalı Türkiye; diğer yanda ümmetçi, sözde din merkezli ve Cumhuriyet’in ortak değerlerine mesafeli ve kinci bir Türkiye… İşte 30 Ağustos Zafer Bayramı'nın, 2025’teki kutlamaları, bu iki kesimin yan yana gelemediği, aynı mekânda dahi farklı dünyaları temsil ettiği bir tabloyu bütün açıklığıyla ortaya koymuştur.
Sosyal medyada ve Medyada bu iki ayrı kesim tüm gerçekleri ile ayrışmayı gözler önüne sermiştir:
Muhalif ve bağımsız medya: Olayı “saygısızlık”, “partizan gösteri”, “ortak değerlerin gaspı” olarak görürken,
İktidar yanlısı medya (Yeni Şafak gibi): Saygısızlığı görmezden gelirken laiklik karşıtı söylemi öne çıkarmayı tercih etmiş ve atılan sloganları “milletin coşkusu” olarak değerlendirmiştir.
Bu farklı çerçeveler, toplumsal kutuplaşmayı netleştiren çerçevelerdir. Bu çerçeveleri şu şekilde analiz edebiliriz:
Kavramsal Çerçeve: Teori–Olay Eşleştirmesi
(1) Ortak kamusal değerler: Toplumların, farklı inanç ve kimlikleri aşan ortak semboller, anma günleri ve tarih anlatıları etrafında ördüğü değerler bütünü, modern uluslarda “ortak kamusal değerler” olarak ifade edilir. Literatürde bu olgu, Robert N. Bellah’ın “civil religion” tartışmalarıyla kavramsallaştırılmıştır (ben metinde “ortak kamusal değerler” ifadesini kullanıyorum). 30 Ağustos’un normatif gücü, bu ortak değerler alanına dayanır; olay günündeki sloganlı kullanım, bu alanın partizan çerçeveye çekilmesi anlamına gelir.
(2) Kamusal alanın partizanlaşması: Habermas’ın kamusal alan kuramı, kamusal mekân ve ritüellerin “genel çıkar” ve “kamusal akıl yürütme” için partiler üstü kalması gerektiğini vurgular. Törende sloganların egemen hale gelmesi, “kamusal alanın rasyonel-uzlaşıcı kurgusunun duygusal/partizan mobilizasyonla kolonize edilmesi” diye okunabilir.
(3) Kimlik siyaseti ve grup sınırları: Tajfel & Turner’ın Sosyal Kimlik Kuramı, “iç grup–dış grup” ayrımında statü/itibar rekabeti ve değer üstünlüğü iddiasının nasıl kolayca tetiklendiğini gösterir. Minimal koşullarda bile “biz–onlar” ayrımı ayrımcılığını doğurur; Anıtkabir’deki "Recep Tayip Erdoğan" sloganları lider olarak “bizim liderimiz/ bizim gücümüz”, "Atatürk ise saygı duyulmayacak kadar önemsiz, ölmüş ve sizin lideriniz, bizim değil" anlamına gelen gerilim yaratma dinamiğine örnektir.
4) Duygusal kutuplaşma (affective polarization): Iyengar & Westwood (2015) ve Iyengar vd. (2019) gibi bilim insanları, karşıt siyasi kimliklere yönelik duygusal olumsuzluk (öfke, tiksinme, güvensizlik) ve iç gruba sıcaklık dengesinin bozulmasını “duygusal kutuplaşma” olarak tanımlar. 30 Ağustos’ta eşzamanlı olarak, laikliğin “tasma” diye yaftalanması, muhalif çerçevede “saygısızlık/istismar” suçlamalarının yükselmesi, karşılıklı olumsuz duyguları besleyen artık keskin klasik bir döngüdür.
(5) Kültürel çatallama / otoriter-popülist değer söylemi: Norris & Inglehart (2019), kültürel değer ayrışmasının (seküler–liberal vs. gelenekçi–otoriter) popülist söylemleri nasıl beslediğini anlatan çalışmalar yapmışlardır. Laiklik karşıtı dile sarılan “dindar kimlik” vurgusu, Cumhuriyet’in ortak kamusal değerleri karşısında alternatif bir meşruiyet kaynağı kurar ve kamusal ritüelleri taraftar mobilizasyonu için araçsallaştırır. Anıtkabirde "ümettin lideri Recep Tayip Erdoğan" diye slogan atılması bundandır.
(6) Türk tarihindeki kimlik anlatısı (süreklilik boyutu): Göktürk/Orhun geleneğinde “il” (devlet) ve “töre” (düzen/hukuk) birlikteliği, kimlik anlatısının merkezindedir: “İli tutup töreyi düzenlemek” formülü, devlet–hukuk ilişkisinin kurucu niteliğine işaret eder. 30 Ağustos’un tarihsel anlamı, modern dönemde bu egemenlik–hukuk–yurttaşlık ekseninin yeniden tesis edilmesidir. İşte 1924 sonrası yeniden tesis edilen bu kurucu niteliğe karşı AK Parti Dönemi ile başlayan karşı devrimin "resmi kimlik anlatısının değiştirilmesi" gücünün bizzat kurgulanmasıdır.
Şimdi bu kavramsal çerçeve, 30 Ağustos Zafer Bayramı, 2025’e uyarlandığında ortaya çıkan tablo nettir:
Ortak kamusal değerler alanı (30 Ağustos Zafer Bayramı/Anıtkabir) gibi, partizan tezahürat ve laiklik karşıtı dil ile aynı gün içinde kuşatılması nedeniyle milli birlik- dayanışma ortak zemini işlevini kaybetmiştir.
Bu Zafer Bayramında, Habermasçı kamusal alan idealinin tersine, duygusal kutuplaşma döngüsünü artıran bir görünüm ortaya çıkmıştır; ümmetçi/partili söylemi savunanlar "laik/Atatürkçü söylemi"gayrimeşru görme ve devleti (AKP-MHPden oluşan bir çerçeve) olarak tanımladıklarını göstermişlerdir.
Tarihsel kimlik sürekliliği açısından bakıldığında, “il–töre” eksenli Cumhuriyetçi değerler (egemenlik, eşit yurttaşlık, hukuk devleti) ile otoriter-popülist kültürel gericilik arasında sembolik bir çatışma yaşanmıştır.
SONUÇTA NE OLDU?
30 Ağustos 2025, Zafer Bayramı; Türkiye’nin iki farklı kimlik tahayyülünün açıkça karşı karşıya geldiği bir sembolik kırılma noktası olarak kayda geçmiştir.
Birinci tahayyül: Atatürk’ün temsil ettiği laik, demokratik, hukuk devleti odaklı ve eşit yurttaşlığa dayalı aydınlanmacı gelecek.
İkinci tahayyül: Ümmetçi, din merkezli, partizan mobilizasyon üzerinden, tüm gücün tek bir adamda toplanmasına meşruiyet arayan bir gelecek.
Bu çatışmanın, yalnızca siyasal aktörler düzeyinde değil, toplumsal hafızanın ve ortak değerlerin geleceği açısından da belirleyiciliği artık kesindir.
Bu sistemin bürokrasisi ve zihniyeti devam ettikçe buradan ne milli dayanışma ne kardeşlik ne de demokrasi çıkar. Çıksa çıksa sorun çıkar.












Yorumlar