top of page

MİT Başkanı İbrahim Kalın'ın CHP lideri Özel'e Ziyaretini Analiz Ederken, Biz Vatandaşların "Siyaset Okuryazarlığı" Önemlidir

  • Yazarın fotoğrafı: Didem Öneş
    Didem Öneş
  • 25 Tem
  • 5 dakikada okunur

MİT Başkanı İbrahim Kalın, ‘terörsüz Türkiye’ süreci kapsamında CHP Genel Başkanı Özgür Özel’i TBMM’deki makamında ziyaret etti. Yaklaşık 1 saat 45 dakika süren ve bir bölümü baş başa, basına kapalı geçen bu görüşme, PKK’nın silah bırakmasının ardından Kalın’ın Meclis’te yürüttüğü siyasi parti temasları arasında Özel’le yaptığı en uzun görüşme oldu. Bir ülkenin geleceğini belirleyecek kritik 'eşik politikaları' yalnızca bir partinin ya da koalisyonların insiyatifine bırakılamayacağı gerçeğinden hareketle bu ziyaretler elbette önemlidir. Bu nedenle Erdoğan iktidarının ortak bir toplumsal ve siyasal konsensüs arayışı (her ne kadar samimi bulmasam da) önemlidir; diğer taraftan bu arayış, hem gecikmiş hem de zamanlama açısından milli çıkarlara hizmet etmekten uzak, dış gelişmeler ve jeopolitik gerçekler nedeniyle daha çok "iktidarı başta tutmak için" üretilen, adeta son dakika hamleleri şeklinde gelişmiştir.


Erdoğanizmi Anlamak


AK Parti'nin Erdoğan Dönemine damga vuracak iki isime değinmeden, Erdoğanizmi anlamak mümkün değildir ve Allah için dönemin entellektiüel, alt yapısı güçlü, medeni, liyakatli, oturup konuştuğunuzda etkilenebileceğiniz iki isimden bir Sayın Kalın ve Sayın Hakan Fidandır. İkisi de sıradan Cumhur İttifakı Bürokratlarından yüzeysel kişilikler değildir.


Türkiye’nin son yirmi yılına damgasını vuran siyasal akım, yalnızca bir “parti iktidarı” değil, kendi ideolojisini ve yönetim tarzını yani Erdoğanizm ekolünü yaratmıştır. Bu ekol, ilk dönemlerinde muhafazakâr-demokrat bir kimlik ve kalkınmacı söylemle sahneye çıkmış olsa da, bugün geldiği noktada popülist, otoriter ve güvenlikçi bir rejim mantığına evrilmiştir. İbrahim Kalın’ın entelektüel-medeniye­tçi söylemleri ve Hakan Fidan’ın realpolitik güvenlikçi stratejileri bu yapının iki güçlü yüzünü oluşturur. Her ikisi de Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve diplomatik yönelimlerini şekillendiren ana aktörlerdir. Bu iki ana aktöre rağmen Erdoğanizm bu gün başarısız olmuştur.


Erdoğanizm, 2000’li yılların başında muhafazakâr-demokrat bir çizgi ve AB uyum süreci üzerinden tanımlanırken, 2010’ların ortalarından itibaren lider odaklı, kurumsal denge-denetim mekanizmalarını aşındıran bir otoriterleşme pratiğine evrilmiştir (Esen ve Gümüşçü, 2021). Bu süreçte, popülist retorik, “milli irade” söylemi ve “biz ve onlar” ayrımı, siyasetin ana diline dönüşmüştür.


Bu ekolün kültürel ve entelektüel ayağını geliştirme çalışmalarında, Batı’yı hegemonik ve kültürel açıdan “öteki” olarak konumlandıran bir medeniyet söylemi geliştirilmiştir. Diğer taraftan, güvenlikçi ve operasyonel dış politika çizgisi ile Türkiye’yi sahada “etkin aktör” haline getirme stratejisi ise Türkiye’nin uzun vadede kaosun içinde yönlendirilebilir bir aktör konumuna itilmesine yol açmıştır.


Erdoğanizm: Popülizm ve Otoriterleşme

Michael Lind’in vurguladığı gibi, 21. yüzyıl milliyetçiliği popülizmle birleştiğinde, güçlü lider figürleri üzerinden toplumun kolektif kimliğini yeniden tanımlanır (Lind, 2022). Erdoğanizm de tam olarak bu formu izlemektedir:

  • Kurumsal erozyon, örneğin "Merkez Bankası ve yargı bağımsızlığının" ortadan kalkmasına yol açmıştır.

  • Kriz yönetimi, politika üretmenin yerine geçmiştir.

  • Toplumsal kutuplaşma, “biz ve onlar” söylemiyle derinleşmiştir.


Erdoğanizm, Ernest Gellner’in “ulus, sanayi ve kültürün homojenleşmesi” teziyle karşılaştırıldığında (Gellner, 2009), ulusu değil, ümmetçi bir kültürel blok inşa etmeye çalışan bir söylem üretmektedir. Dışpolitikada ise, Benedict Anderson’un “hayali cemaatler” kavramında işaret ettiği gibi (Anderson, 2011), kolektif aidiyeti milliyetçilikten çok güvenlik algısı etrafında kurmaktadır. Özetle: realpolitik ve güvenlikçi reflekslerle krizleri yönetme üzerine kuruludur.

  • Suriye, Libya ve Gazze krizlerinde Türkiye, çözüm üreten değil krizlerin parçası olan bir aktör haline gelmiştir.

  • Bu durum, Benedict Anderson’un belirttiği şekilde “ulusların dış tehditler üzerinden hayali birlik oluşturması” teorisine benzer bir biçimde, sürekli tehdit algısıyla iç politik meşruiyet üretmeye yönelmiştir.


Gellner’in de belirttiği gibi (2009), ulus-devletin kurumsal temelleri aşındırıldığında uzun vadede istikrar kaybolur. Türkiye’de yaşanan tam da budur: Erdoğanizm, krizleri yöneterek varlığını sürdürmeye çalışan bir sistem haline gelmiştir.


HAL BÖYLEYKEN KALIN'IN CHP ZİYARETİ BANA NE ANLATIYOR


Gazeteci İsmail Saymaz'ın konu hakkında aktardıklarına göre, Sayın Kalın’ın ziyaretlerde, duvara yansıttığı bir projeksiyon üzerinde beş aşamalı ‘Terörsüz Türkiye’ sürecini anlattığını, Suriye’de “güçlendirilmiş yerel yönetim” modelini savunduğunu, Selahattin Demirtaş ve Ekrem İmamoğlu davalarına dair eleştirileri “Bu siyasi bir mevzu” diyerek yanıtladığını öğrendik. Ayrıca, DEM Parti’nin CHP’nin mutlaka komisyonda yer alması gerektiğini dile getirdiğini, İyi Parti’nin ise katılmayacağını aktardığı bilgisi de teyit edildi. Bahsedilen 5 aşama ise bana göre şunları ifade ediyor: “5 aşama” içinde 1. ve 2. basamaklar (Ahlat konuşması, Bahçeli’nin “umut hakkı” çıkışı, DEM’in İmralı ziyareti ve Öcalan’ın çağrısı) daha çok siyasi semboller ve beyanlar; oysa başarılı DDR (Disarmament–Demobilization–Reintegration) şemalarında aşamalar doğrulanabilir teknik protokollerle tanımlanır (silahların nerede, kim tarafından, nasıl sayılacağı; kimlik tespiti; kamp/tecrit bölgeleri; üçüncü taraf gözlem vb.). Bu plan, operasyonel ayrıntıları söylem düzeyine bırakıyor. “Silah bırakma” (4. basamak) ve “lağvetme” (5. basamak) nasıl ölçülecek, kim doğrulayacak aşamaları da belirsiz. “Yıl sonuna kadar tamamen silahsızlanma” hedefi bu belirsizlikler nedeniyle fazla iddialı ve riskli. Burada tamamen devlet içi bir tasarımdan sanki bahsediliyor, "hangi devlet"  ve “TBMM komisyonu” ile sınırlı bir denetim öngörülüyor; bu da güven inşasını zayıflatır, ‘kim kime güvenecek’ sorununu da çözmez. Komisyonun yetki sınırı, erişeceği bilgi, şeffaflığı ve raporlama metodolojisi tanımlanmış mı bilinmez.


Kalın’ın komisyondan birincil beklentiyi “eve dönüş yasası” olarak koyması, bana göre DDR’ın R (yeniden entegrasyon) ayağını neredeyse salt cezai muafiyet/indirim tartışmasına indirgiyor izlenimi verdi. Oysa güvenlik çalışmaları şunu söyler:

  • Transitional justice (mağdur hakları, hakikat mekanizması, onarıcı adalet),

  • sosyo‑ekonomik rehabilitasyon programları,

  • psikososyal destek,

  • güvenlik sektörü reformu (SSR) ve koruculuk sisteminin dönüşümü gibi alanlar olmadan “eve dönüş” sürdürülebilir olmaz. Plan bu alanlara giriyor mu, giriyorsa hangi kurumlar hangi liyakatli kadrolarla... Bu tür konular, toplumsal meşruiyet ve mağdur adaleti tarafından ciddi bir boşluk olarak kafa karıştırıyor.

İsmail Saymaz'ın iddia ettiği gibi Sayın Kalın, “hukuki zemin sağlandıktan sonra Kürt meselesinin siyasi boyutu ele alınabilir” dediyse; bu, 2013–2015 sürecinin ana kırılganlığını tekrar ediyor: spoiler aktörlerin (örgüt içi fraksiyonlar, radikaller, bölgesel vekâlet yapıları) elini güçlendiren girişimler olarak nitelenebilir.


Zamanlama ve coğrafya gerçekçi değil

Yıl sonuna kadar silahsızlanma” hedefi (bugün 25 Temmuz 2025) 5 ay gibi kısa bir süreye sıkışıyor; PKK’nın Irak–Suriye hattındaki çok katmanlı yapısı, KCK’nın bileşenleri, olası ayrışma/dağınık hücreler (ör. TAK türü spoiler riskleri) dikkate alındığında bu hedef operasyonel gerçeklikle uyuşmuyor. Ayrı bir sorun: Rojava/SDG hattı ve İran-Irak boyutu planda nasıl entegre edildi 5 ayda bu mümkün mü; sınır‑ötesi koordinasyon nasıl sağlanacak, gibi konular kafamı karıştırıyor.


Şeffaflık ve toplumsal sahiplenme eksik

Plan sanki, kapalı kapılar ardında “projemsi” bir sunumla partilere anlatılıyor; kamuoyuna açıklanmış bir metin, takvim, gösterge seti (KPI), risk yönetim planı, iletişim stratejisi yok. Bu, hem meşruiyet krizini derinleştiriyor hem de bir aksama yaşandığında “kim, neyi, neden yapmadı?” sorusuna cevap verilememesine yol açar, CHP de bu sürecin parçası haline getirilir.


Öcalan merkezli anlatı meşruiyet ve sürdürülebilirlik açısından riskli.

Kendi adıma, bir vatandaş olarak bu "proje"nin okumasını yaptığımda hiç içime sinmeyen bir sürü konu var.


Tüm bunları gözönüne aldığımda, CHP'yi eleştirirken "siyaset okuryazarlığı" nın çok önemli olduğunu tüm vatandaşların iyi irdelemesi gerekir.


Dolayısıyla CHP’ye yönelik eleştiriler, Erdoğanizmin Türkiyeye maliyetlerini analiz etmeden yapıldığında, yüzeysel ve kolaycı bir nitelik taşır. Eleştiri önemlidir ancak kakafoni yıkıcıdır. Başta vatandaş kendi kakafonisinde kaybolmaması için neyi temel almalıyız:


CHP'nin Ekolü: Laik-Demokratik Alternatif

CHP, laiklik, hukuk devleti ve sosyal devlet ilkelerini koruyan ve kurumsal demokrasiyi yeniden tesis etmeyi hedefleyen bir gelenekten gelmektedir. Anthony D. Smith’in ulus-devlet kuramları (Smith, 1998), CHP’nin toplumsal aidiyeti onurlu vatandaşlık ve eşit yurttaşlık temelinde güçlendirme potansiyeline işaret eder.

  • Ekonomide kurumsal bağımsızlık,

  • AB normlarına yaklaşan bir hukuk sistemi,

  • Kutuplaşmayı azaltan çoğulcu bir dil,CHP ekolünün avantajlı yanlarıdır.

Dezavantaj olarak kimi çevrelerce ifade edilen "uzun süredir iktidar deneyimi olmaması ve parti içi fraksiyonlar" ise birer tali konudur. CHPnin kadrolarında liyakatli, mükemmel eğitimli, demokrat ve hukukun üstünlüğüne sadık kadrolar mevcut. Dolayısıyla kimi çevrelerin eleştirdiği eksiklikler, ya da düzeltilebilir yanlışlar, Erdoğanizm’in yarattığı ekonomik ve siyasi ve sosyal krizlerin yanında ikincil bir mesele olarak kalmaktadır.



 
 
 

Yorumlar


didem Fotoğraf 1_edited.jpg

Merhaba, uğradığınız için teşekkürler!
Hi, thanks for stopping by!

Paylaşımlardan haber almak için

Let the posts come to you

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter
  • Pinterest

Benimle iletişime geçmek için/
Let me know what's on your mind

GÜNDELİK DERİNLİK    DEEPLY DAİLY

bottom of page