top of page

Türkiye'nin Korku Sosyolojisi

  • Yazarın fotoğrafı: Didem Öneş
    Didem Öneş
  • 12 Ağu
  • 15 dakikada okunur

Sevgili okurlarım, bu gün biraz dertleşmek istedim. Derdim bireysel bir konu üzerinden değil, toplumsal bir derdin yansımalarından anlatıma muhtaç. 2000’ler sonrası Türk toplumu, korkunun yalnızca bireysel bir duygusal tepki değil, kolektif yaşamın mimarisini inşa eden, düzenleyen ve yeniden üreten stratejik bir araç haline geldiği bir dönemin içinde yaşıyor.


Farkında mısınız, bu korku, tek bir kaynaktan değil; iktidarın politikaları, yeniden dizayn edilen kurumsal yapıların işlevsellikleri, ekonomik bağımlılık ilişkileri, medya üzerinden kurulan algı düzenekleri, toplumsal hafızanın seçici biçimde yönetilmesi ve kültürel kodların bilinçli şekilde yeniden yorumlanması gibi çok katmanlı bir ağın içinde üretiliyor.


Korku burada yalnızca “tehdit” üzerinden işlemiyor; bazen sessizlikle, bazen görünmez hatırlatmalarla, bazen kurulmuş yeni çıkar alışveriş hatlarıyla, kimi zaman değişen toplumsal yapının değerleriyle, bazen de gündelik hayatın en sıradan anlarında karşımıza çıkan küçük ama sürekli sinyallerle besleniyor.


Televizyonda yan yana dizilmiş haber başlıkları, sosyal medyada organize trol kampanyaları, devlet dairesinde bir memurun bakışı, işyerinde patronun iması, çalınan üniversite sınavları soruları, sahte diplomaları akademisyenlerin varlığı, e-devletten çalınan kişisel bilgileriniz gibi… Tüm bunlar, korkunun yalnızca meydanlarda ya da kriz anlarında değil, evimizin mutfağında, iş yolundaki otobüste, çocuğun okul toplantısında korkunun bilerek bir sistem tarafından üretilen bir duygu olduğunu gösteriyor.


Bugün Türkiye’de sorun, “siyaset”in üretimi ya da siyasetin doğası değil; mevcut iktidarın iktidarda kalması için israrla ayakta tututlan yönetim biçimi. Bu yönetim biçimi, korkuyu bir güvenlik refleksi olarak değil, bir yönetim stratejisi olarak görüyor; onu sistematik şekilde üretiyor, kurumsallaştırıyor ve gündelik yaşamın normal bir parçası haline getiriyor. Böylece korku, yalnızca olağanüstü dönemlerde değil, normal zamanlarda da olağan bir duyguya dönüşüyor.


Bu yazıda, Türkiye’nin bu çok katmanlı korku ekosistemini tüm ayrıntılarıyla ortaya koyacağız. Amacımız, sadece iktidarın değil, ona güç veren ve bu ekosistemin devamını sağlayan diğer toplumsal, ekonomik ve kültürel mekanizmaların da sorumluluğunu görünür kılmak. Çünkü korku, tek başına yaratılmıyor; paylaşılıyor, çoğaltılıyor ve paylaşıldıkça da derinleşiyor.


Değerli okurum, benim artık yazım formatıma, yazıyı yapılandırma şeklime alıştığınıza göre gelin, bu yazıyı da hangi teorik çerçeveye oturtacağıma bakalım:


Teorik Çerçeve

  • Michel Foucault – İktidarın, bedenler ve zihinler üzerinde kurduğu “biyopolitik” kontrol.

  • Zygmunt Bauman – “Akışkan korku” ve modern belirsizlikte güvenlik arayışı.

  • Anthony Giddens – “Varoluşsal güvenlik” kavramı, günlük hayatın istikrarına duyulan ihtiyaç.

  • Türkiye literatürü – 2000 sonrası otoriterleşme, medya tekelleşmesi, ekonomik bağımlılık, etnik–mezhepsel gerilimler ve asıl laik–seküler kesim ile dinci, siyasal İslamcı kesim arasındaki ideolojik ve kültürel çatışma üzerine inşa edilmiş çerçeveyi ele alacağım.

Bu teorik çerçeve, Türkiye’de korkunun yalnızca otoriter yönetim biçiminden değil, uzun yıllara yayılan kültürel ve ideolojik fay hatlarından beslendiğini anlamak için gerekli arka planı sunmakta yardımcı olacak.


1. Tarihsel Travmaların Sessiz Mirası

Türkiye’nin korku anatomisini anlamak için yalnızca bugünkü iktidarın uygulamalarına değil, geçmişten bugüne taşınan travma zincirine bakmak gerekir. Bu zincir, toplumun hafızasında “itiraz edersen bedelini ödersin” duygusunu yerleştirmiştir. Ancak bu travmalar yalnızca fiziksel şiddet ya da doğrudan devlet baskısı şeklinde değil; ideolojik çatışmalar, kültürel bölünmeler ve sistemli dışlamalar yoluyla da işlenmiştir.

1970–1990 Arası Kitlesel Travmalar

  • Maraş Katliamı (1978) – Alevilere yönelik organize şiddet; devletin yetersiz müdahalesi, hatta pasif kalışı.

  • Çorum Olayları (1980) – Mezhepsel saldırılar, toplumsal kutuplaşmanın keskinleşmesi.

  • 12 Eylül 1980 Darbesi – Kitlesel gözaltılar, işkenceler, idamlar; politik katılımın “risk” olarak kodlanması.

  • Sivas Katliamı – Madımak (1993) – Alevi aydınların yakılarak öldürülmesi; adaletin sağlanamaması.

  • Gazi Mahallesi Olayları (1995) – Cem evine ve kahvehanelere ateş açılması; protestoların sert polis müdahalesiyle bastırılması.


1995 Sonrası İdeolojik ve Kültürel Çatışmalar

1990’ların ikinci yarısından itibaren laik–seküler kesim ile dinci, siyasal İslamcı kesim arasındaki gerilim, Türkiye’nin sosyolojik fay hatlarını derinleştirdi. Aslında bu günkü Türkiye'nin yaratımı için ihtiyaç duyulan bir "anlatıma" ortam hazırlanmasıymış olan biten.

  • 28 Şubat Süreci (1997) – “Post-modern darbe” olarak anılan süreç, bir yandan siyasal İslamcı kadroların mağduriyet söylemini güçlendirdi, diğer yandan seküler kesimde “rejimi koruma” refleksini pekiştirdi.

  • Başörtüsü tartışmaları – Üniversite ve kamu kurumlarında yasaklar, toplumun geniş kesimlerinde kimlik temelli kutuplaşma yarattı. Türk Milletinin kimlik tanımlanması İslam üzerinden inşa edilmeye başlandı.

  • Eğitim ve müfredat değişiklikleri – Laik içeriklerin daraltılması, dini referansların artırılması; geleceğin toplumsal yapısında uzun vadeli etkiler bıraktı.


2000 Sonrası Siyasal ve Yargısal Travmalar

  • Ergenekon ve Balyoz Komplo Yargılamaları (2007–2013) – dönemim iktidarının yol vermesiyle FETÖ eliyle; ordu, akademi ve muhalif çevrelerin kriminalize edilmesi; uzun tutukluluklar, itibarsızlaştırma yaşandı.

  • 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi – FETÖ’nün darbe kalkışması; darbenin asıl siyasi ayağının ve gerçek kimliklerinin hâlâ ortaya çıkarılmaması, kamuoyunda derin güvensizlik yaratattı.


Ekolojik ve Ekonomik Travmalar

  • Orman Yangınları (2019, 2021) – Müdahalede yetersizlik, ardından gelen rant amaçlı imar düzenlemeleri.

  • Depremler: her depremden sonra sosyal, ekonomik, siyasi yeniden şekillendirmeler.

  • Tarım Arazilerinin Elden Çıkması – Kamulaştırma, maden ve enerji projeleriyle köylünün topraktan koparılması; kırsalın ekonomik bağımlılığa itilmesi.


Bu travmaların bugüne etkisi: Bu tarihsel ve ideolojik çatışmalar, kuşaklar boyunca sessizlik ve itaat kültürünü besledi. Geçmişin travma kodları, bugünkü yönetim biçiminin otoriter refleksleriyle birleşerek korkunun çok daha hızlı ve etkili biçimde yeniden üretilmesini sağladı.Toplum, yalnızca devlet şiddeti veya kriz anlarıyla değil; aynı zamanda kimlikler, inançlar ve ideolojik kamplar üzerinden sürekli olarak gerilim içinde tutuldu.


2. Ekonomik Kırılganlık


Türkiye’de korkunun en sessiz ama en etkili üretim kanallarından biri ekonomidir. Ekonomik kırılganlık; yalnızca geçim sıkıntısından değil, geçimin siyasal sadakate bağlanmasından doğar. Borçluluk, işsizlik, enflasyon ve güvencesizlik; bugünkü iktidarın yönetim biçimine karşı çıkmanın “ekmeğini kaybetmek” anlamına geldiği algısını pekiştirir.

Bu korku mekanizması üç düzeyde işler:

  1. Geçim Üzerinden Siyasal Bağımlılık

    • Kamu ihalelerinin, devlet kadrolarının, sosyal yardımların dağıtımı siyasal sadakatle ilişkilendirilir.

    • “İktidara karşı durursan işsiz kalırsın” mesajı, açıkça söylenmese bile yaygın bir toplumsal kanaat haline gelir.

  2. Borç ve Finansal Bağımlılık

    • Banka kredileri, tüketici borçları ve kredi kartı yükü, bireyleri risk almaktan uzaklaştırır.

    • Yüksek borçluluk, vatandaşın hak talep etme enerjisini kırar; önce borcunu ödemek, sonra konuşmak kültürü yerleşir.

  3. Ekonomik Korkunun Kültürel Normalleşmesi

    • İşyerlerinde politik görüş beyan etmemek “profesyonellik” olarak sunulur, aslında bu öz-sansürdür.

    • İş bulma ve terfi süreçlerinde siyasi görüşün dolaylı olarak ölçülmesi, ekonomik ilerlemenin önkoşulu haline gelir.

Ekonomik kırılganlık, otoriter yönetimlerin elindeki en rafine korku aracıdır.

Bir polis barikatı veya mahkeme kararı kadar görünür değildir, ama etkisi çok daha uzun sürelidir. Çünkü gelir güvencesini kaybetme korkusu, hem bugünü hem de geleceği rehin alır. Toplum, yalnızca “bugün ne yiyeceğim” değil, “yarın ne olacağım” sorusuna da cevap bulamadığında, yönetim biçiminin kurduğu korku mekanizmasına gönülsüz bir rıza gösterir. Peki bu rıza ne zaman ortadan kalkar, kalkabilir mi? Evet, bunun cevabını bir başka yazımda ele alırız; şimdi konumuza dönelim.


3. Medya ve Algı Mühendisliği


Türkiye’de korkunun en görünür üretim hattı, medyadır. Ama bu yalnızca haberlerin nasıl verildiği meselesi değil; hangi haberlerin hiç verilmediği, hangi olayların abartıldığı, hangi kelimelerin tekrar tekrar dolaşıma sokulduğu meselesidir. Medya tekelleşmesi ile birlikte, iktidara yakın sermaye gruplarının elinde toplanan televizyon kanalları, gazeteler ve haber siteleri, toplumsal algının neredeyse tek merkezden yönetilmesine imkân verir.


Algı Mühendisliğinin Üç Temel Yönteminden Bahsetmeden Geçemeyiz

  1. Gündem Daraltma

    • Ülkenin karşı karşıya olduğu çok boyutlu krizler (ekonomi, adalet, eğitim) yerine tek bir “ana gündem” yaratılır.

    • Bu gündem genellikle millî güvenlik, dış güçler veya terör tehdidi etrafında şekillenir.

    • Sonuç olarak halk, kendi hayatını doğrudan etkileyen sorunları ikinci plana iter.

  2. Duygusal Manipülasyon

    • Haberler yalnızca bilgi vermek için değil, korku ve öfke uyandırmak için kurgulanır.

    • Savaş görüntüleri, saldırı haberleri, dramatik müzikler, acil durum kırmızı bantları… Tüm bunlar bilinçli olarak “sürekli tehdit” hissi yaratır.

    • Bu yöntem, Foucault’nun bahsettiği “disiplin toplumu”nu, televizyon başında bile kurar.

  3. Karakter Suikastı ve Linç Kültürü

    • Muhalif siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler “tehdit” olarak kodlanır.

    • Sosyal medyada trol orduları aracılığıyla linç kampanyaları yürütülür.

    • Hedef alınan kişiler yalnızca susturulmaz; onlara destek verenler de korkutulur.


Ve Psikolojik Etkiler

  • Normalleşen Olağanüstülük: Sürekli kriz ve acil durum havası, vatandaşın zihninde olağanüstü halin kalıcılaşmasına yol açar.

  • Öz-sansür: Medyada gördüğü linç örneklerini izleyen insanlar, kendi hayatında benzer hedef olma ihtimaline karşı konuşmamayı seçer.

  • Tek Kaynaktan Beslenme: Farklı görüşlerin medyada yer bulamaması, toplumun geniş kesimlerini bilgi yoksunluğu içinde bırakır.


Dolayısıyla, medya, korkunun yalnızca taşıyıcısı değil, aynı zamanda üretim merkezidir. Bir yargı kararı, bir polis operasyonu ya da ekonomik kriz, medya tarafından işlendiğinde yalnızca bir “olay” olmaktan çıkar, toplumsal ruh halini biçimlendiren bir “hikâye"ye dönüşür.

Ve bu hikâyeyi kimin yazdığı, toplumun geleceğini belirler.


4. Eğitim ve Bilgi Filtreleri


Korkunun uzun vadeli üretim hattı medyadan değil, eğitim sisteminden geçer. Medya anlık algı yönetimini sağlar; eğitim ise kuşaklar boyunca sürecek düşünme biçimlerini şekillendirir. Türkiye’de eğitim sistemi, eleştirel düşünme yerine itaati merkeze alan bir yapıya evrilmiştir. Atatürk Türkiye'sinin eğitim hedefleri ile bugünkü eğitimin hedefleri arasında ciddi uçurumlar vardır.


Bu Günkü Bilgi Filtreleme Mekanizmalarının Başında Şu Unsurlar Vardır

  1. Müfredatın İdeolojik Mühendisliği

    • Bilimsel, laik ve evrensel bilgi içeriği daraltılır; yerine dini referanslar ve siyasal İslamcı ideolojik vurgular eklenir.

    • Tarih dersleri, Türkiye Cumhuriyeti resmi tarih ideolojisi yerine, yeni bir tarih algısı ve iktidarın güncel politik söylemini meşrulaştıracak şekilde kurgulanır.

    • Evrim teorisinin çıkarılması, toplumsal cinsiyet eşitliği ifadelerinin temizlenmesi, belirli dönemlerin “görünmez” kılınması bu mühendisliğin sadece bir kaç örnekleridir.

  2. Tarikat ve Cemaatlerin “STK” Kisvesiyle Sisteme Girişi

    • Dini gruplar, “sivil toplum kuruluşu” adı altında devlet destekli projelere ve okullara dahil edildiler.

    • Yurtlar, kurslar, vakıf destekli eğitim programları, yalnızca bilgi değil, itaat kültürü de aktardı.

    • Bu yapılanmaların müfredat dışı ama fiili eğitim programları, öğrencilerin kimlik ve değer dünyasını erken yaşta şekillendirmek için ciddi baskı unsuru oldu.

  3. Akademik Özerkliğin Erozyonu

    • Üniversite rektör atamalarında liyakat yerine siyasi yakınlık belirleyici oldu.

    • Araştırma özgürlüğü, “milli değerler” ve “kamu güvenliği” gerekçesiyle sınırlandırıldı.

    • Akademisyenlerin fikir beyan etmesi, disiplin soruşturmaları veya görevden almalarla bastırıldı.

    • Sahte diploma olasılıklarının artması ise yaraya tuz biber ekti


Ve Psikolojik Etkiler

  • Sorgulamayı Günah Saymak – Dini ve ideolojik kodların sorgulamayı “saygısızlık” ya da “fitne” olarak tanımlanması gibi garip bir perspektif gelişti.

  • Ezber Üzerinden Yükselme – Başarı ölçütünün bilgiyi analiz etmek değil, doğru cevabı ezberlemek olduğu bir sistem türedi.

  • Alternatifsizlik Algısı – Farklı görüşlerin müfredatta yer almaması, gençlerde tek doğruya mecbur oldukları hissini yarattı.

Eğitim sistemi, korkunun en sessiz ama en kalıcı üreticisidir. Medya, korkuyu güncel olaylar üzerinden pompalar; eğitim ise bu korkuya zemin hazırlayan düşünme biçimlerini yerleştirir. Böylece iktidarın yönetim biçimi, yalnızca bugünün vatandaşını değil, yarının vatandaşını da şekillendirir.


5. Toplumsal Baskı ve Mikro Denetim

Korkunun en görünmez ama en etkili katmanlarından biri, toplumun kendi kendini denetlemesidir. Bu denetim bazen doğrudan devlet eliyle, bazen de toplum içindeki bireylerin birbirini kontrol etmesi yoluyla işler. Böylece iktidar, otoritesini yalnızca polis, yargı ya da medya üzerinden değil, komşu, akraba, iş arkadaşı üzerinden de pekiştirir.


Mahalle Baskısı

  • Türkiye’de “elalem ne der” kültürü, özellikle muhafazakâr ve kapalı topluluklarda bireyin davranışlarını sınırlar.

  • Kadınların giyiminden, gençlerin sosyal ilişkilerine, hangi kafenin tercih edildiğinden hangi sloganın atılabileceğine kadar geniş bir alanı kapsar.

  • Bu baskı, siyasi iktidarın ideolojik söylemleriyle birleştiğinde, “uygun vatandaş” modelini toplumsal norm haline getirir.


Anonim İhbar Kültürü

  • Sosyal medyada anonim hesaplar, muhalif siyasetçilerden gazetecilere, sıradan vatandaşlardan akademisyenlere kadar geniş bir kitleyi hedef alır.

  • “Şu tweeti attı”, “şurada konuşma yaptı” gibi içerikler ekran görüntüleriyle dolaşıma sokulur ve kitlesel linç kampanyalarına dönüşür.

  • Bu süreç, yalnızca hedef alınanı değil, seyredenleri de sindirir; çünkü herkes bir gün sıranın kendisine gelebileceğini bilir.


Devletin Sivil Gözetim Ağı

  • Resmî kurumların dışında, iktidara yakın dernekler, vakıflar, cemaatler “toplumun ahlaki bekçileri” gibi konumlanır.

  • Okul müdüründen apartman yöneticisine, belediye zabıtasından mahalle muhtarına kadar geniş bir sivil aktör ağı, vatandaş davranışlarını izler.

  • Bu yapı, 1984 distopyasında tasvir edilen gözetim kültürünü, “komşuluk” ve “toplumsal değerleri koruma” maskesi altında uygular.


Ve Psikolojik Etkiler

  • Sürekli İzlenme Hissi – Birey, yalnızca devlet tarafından değil, kendi sosyal çevresi tarafından da izlendiğini düşünür.

  • İçselleştirilmiş Sansür – Kendi kendine “Bunu yaparsam sorun çıkar mı?” sorusunu sormak, normal refleks haline gelir.

  • Bölünmüş Toplum – Karşıt görüşe sahip bireyler arasındaki güven ilişkileri zayıflar, kutuplaşma kalıcı hale gelir.

Toplumsal baskı ve mikro denetim, otoriter yönetimlerin en maliyetsiz ama en verimli korku araçlarından biridir. Çünkü iktidar, toplumun kendi kendini gözetlemesini sağladığında, baskı aygıtlarını kullanmadan da itaati sürdürebilir. Ve bu, korkunun en tehlikeli biçimidir: Artık dışarıdan değil, içeriden gelir.


6. Dini ve Kültürel Kodlar

Korku, sadece politik baskıyla değil, kültürel ve dini söylemlerle de beslenir. Türkiye’de siyasal iktidarlar, tarih boyunca dini ve kültürel referansları, toplumsal rıza üretmenin en güçlü araçlarından biri olarak kullanagelmiştir. 2000’ler sonrası bu yöntem, siyasal İslam ideolojisinin kurumsallaşmasıyla birlikte sistematik hale getirildi.


Korkunun Dini Meşrulaştırılması

  1. Kader Anlayışı

    • “Takdiri ilahi” söylemi, toplumsal sorunlar karşısında pasif kabullenme yarattı.

    • Deprem, salgın, ekonomik kriz gibi konularda “Bu Allah’ın imtihanıdır” yaklaşımı, siyasal sorumluluğu görünmez kıldı.

    • Böylece iktidarın yönetim hataları “ilahi plan”ın bir parçası olarak normalleştirildi.

  2. İtaat Kültürü

    • “Büyüklerimiz bilir”, “Emir büyük yerden” gibi kültürel kodlar, sorgulamayı saygısızlık olarak çerçevelenir.

    • Dini hiyerarşi (şeyh, hoca, imam) ile siyasi hiyerarşi iç içe geçirilir.

    • İktidara karşı çıkmak, yalnızca siyasi değil, dini bir ihanet gibi sunulur.

  3. Günah ve Ceza Retoriği

    • Toplumsal muhalefet, “fitne” ve “fesat” kavramlarıyla ilişkilendirildi.

    • Kadın hakları, LGBTİ+ görünürlüğü, seküler yaşam biçimleri “ahlaki çöküş” olarak damgalandı.

    • Bu söylem, muhalif kesimleri marjinalleştirmenin yanı sıra, kendi tabanını “ahlaki üstünlük” duygusuyla bir arada tutmak için baskın hale getirildi.


Dolayısıyla Kültürel Kodların Politik Araçsallaştırılması şu Şekilde Mümkün kılındı

  • Siyasal İslam’ın Dil Stratejisi

    • Cuma hutbelerinde, iktidar politikalarıyla uyumlu mesajlar verilmeye , Atatürk anılmamaya başlandı.

    • “Milli ve manevi değerler” kavramı, hem dini hem de politik sadakatin ortak paydası haline getirildi.

    • Laik kesimin talepleri, “Batı’nın dayatması, ahlaksızlık, dinsizlik, günah” olarak kodlandı.

  • Geleneksel Otorite Figürleri

    • Aile büyükleri, aşiret liderleri, yerel dini kanaat önderleri, siyasi iktidarın mesajlarını yerel ölçekte yeniden üretmesi için neredeyse görevlendirildi.

    • Bu figürler, iktidarın resmi söylemiyle kültürel otoriteyi harmanlayarak, toplumsal baskının görünmez ama güçlü aktörleri oldular.


Ve Psikolojik Etkiler

  • Sorgulamanın Günah Sayılması – Eleştirel düşünme dini inançla çelişiyormuş gibi algılandı.

  • Kolektif Vicdanın Bastırılması – Adaletsizlikler karşısında ses çıkarmak, “toplumsal düzeni bozmak” olarak damgalandı.

  • Kimlik Temelli Kutuplaşma – Dini kodların siyasi kampanyalarda kullanılması, farklı inanç gruplarını kalıcı şekilde karşı karşıya getirdi.


Dini ve kültürel kodlar, korkunun yalnızca destekleyici değil, çoğu zaman ana taşıyıcı unsurlarıdır. Çünkü politik baskı geçici olabilir, fakat kültürel kodlar kuşaklar boyunca yeniden üretilir. Bu nedenle, siyasal İslam’ın dini dili araçsallaştırması, korkunun toplumsal genetiğine işlenmesini sağlamak amaçlı oldu.


7. Jeopolitik ve Güvenlik Söylemleri

Türkiye’de korkunun üretilmesinde jeopolitik tehditler ve güvenlikçi dil, neredeyse daima merkezi bir yer tutar. 2000’ler sonrası, bu söylem sadece sınır güvenliği veya dış politika meseleleriyle sınırlı kalmadı; iç politikada toplumsal kimlik mühendisliğinin de aracı haline geldi. Nasıl mı?


Beka Söylemi ve Sürekli Tehdit Algısı ile

  • “Beka” kelimesi, iktidar söyleminde varoluşsal bir güvenlik tehdidini ifade eder hale getirildi.

  • Terör, dış güçler, ekonomik sabotaj, "mülteci kardeşlerimiz" gibi birbirinden farklı konular tek bir güvenlik çerçevesinde sunuldu.

  • Bu dil, vatandaşın sürekli bir “kuşatma altında ülke” algısıyla yaşamasına yol açtı.


Dış Güçler Retoriği ile

  • ABD, AB, NATO ve zaman zaman Rusya veya İsrail gibi ülkeler, kimi zaman Irak, İran, Suriye, Yunanistan vs. , iktidar söyleminde dönemsel olarak “hain” veya “stratejik ortak” konumuna taşındı.

  • Bu retorik, dış politika ani dönüşlerinin, bir gün öyle bir gün böyle politikalarının iç politikada korku üretmek için araçsallaştırılmasına imkân verdi.

  • “Bizi bölmek istiyorlar” söylemi, hem ulusalcı hem de muhafazakâr milliyetçi kitlelerin ortak refleksini tetikledi.


Çok Kimlikli Yapıya Geçiş ve Ümmet/Kardeşlik Söylemi ile

  • 2010’lardan itibaren iktidar söyleminde “Türk milleti” vurgusunun yanına giderek artan biçimde “ümmet”, “kardeşlik” ve “ortak İslam medeniyeti” kavramları eklendi.

  • Bu söylem, Türkiye’nin Osmanlı sonrası ulus-devlet kimliğini yumuşatarak, dini temelli çok kimlikli bir toplumsal çerçeveye geçişin ideolojik zeminini hazırladı.

  • “Kürt kardeşlerimiz”, “ümmetin parçaları” gibi ifadeler, etnik farklılıkların dini üst kimlik altında eritilmesini amaçladı. Ancak bu yaklaşım, eşit yurttaşlık ilkesinden ziyade dini birlik anlayışına dayandığı için, seküler ve farklı inanç gruplarında dışlanma hissini güçlendirdi.


İç Güvenlik ve Dış Politikanın İç İçe Geçmesi ile

  • Suriye iç savaşı, Libya müdahalesi, Azerbaycan–Ermenistan çatışması gibi dış gelişmeler, iç politikada milli birlik–beka ekseninde meşrulaştırıldı.

  • Bu durum, yurttaşın dış politikayı sorgulamasını “hainlik” ile eşleştiren bir atmosfer yarattı.

  • Göçmen ve mülteci politikası da bu denklemde hem “insani sorumluluk” hem de “demografik değişim” korkusunu besleyen çift yönlü bir araç oldu.


Ve Psikolojik Etkiler

  • Sürekli Alarm Hali – Vatandaş, hem dışarıdan hem içeriden gelen tehditlere karşı tetikte tutuldu.

  • Aidiyetin Yeniden Tanımlanması – Etnik ve kültürel kimliklerle bezenmiş dini temelli bir üst kimlik (“ümmet”) ön plana çıkarıldı.

  • Eleştirinin Bastırılması – Güvenlik politikalarına itiraz, milli birliğe ve kardeşliğe karşı durmak olarak çerçevelendi.


Jeopolitik ve güvenlik söylemleri, Türkiye’de korkunun hem makro hem mikro düzeyde üretilmesinin ana araçlarından biridir.“Beka” ve “ümmet” kavramları, sadece dış tehditlere karşı toplumu konsolide etmek için değil, içerde çok kimlikli ama dini referanslı bir toplumsal düzenin meşrulaştırılması için de kullanıldı.


8. Gündelik Hayatın Korku Mikrodozları

Korku, her zaman büyük siyasi olaylar, askeri müdahaleler veya dev kitlesel eylemlerle üretilmez. Bazen, küçük ama sürekli dozlarda verilen korkular, bireyin yaşamını daha derinden biçimlendirir. Bu “mikrodoz”lar, fark edilmeyecek kadar sıradan ama etkisi yıllarca sürebilecek olaylardır. Ne gibi?


Örneğin Sokakta ve Toplu Taşımada

  • Trafikte küçük bir tartışmanın linçe dönüşme ihtimali, sürücülerin davranışlarını değiştirmesi;

  • Toplu taşımada yüksek sesle konuşmak, telefonda politik bir yorum yapmak, “yanlış” kişinin duymasından çekinilerek engellemesi;

  • Sokakta kameraların ve polis noktalarının varlığı, vatandaşın “doğru olmayan” bir şey yaptığı endişesini sürekli tetiklemesi gibi.


Örneğin Kamu Kurumlarında

  • Devlet dairesinde memurla tartışmak, hak talep etmek yerine çoğu zaman sessiz kalmayı beraberinde getirmesi;

  • İmza atılan bir dilekçe ya da verilen bir ifade, “ileride başıma iş açar mı?” kaygısıyla sorgulanması;

  • Hak arama kültürü yerine “idare etme” kültürünün yerleşi gibi.


Örneğin İşyerlerinde

  • Çalışanlar, işyerinde siyasi görüşlerini gizler; yanlış anlaşılan bir sohbetin işten atılmaya yol açabileceği algısının oluşması;

  • Yöneticiye veya patrona muhalif bir duruş göstermek, sadece ekonomik değil, sosyal dışlanma riski de taşması;

  • Terfi ya da maaş artışı, liyakatten çok “uyum” üzerinden değerlendirilmesi gibi.


Örneğin Sosyal İlişkilerde

  • Aile ve arkadaş ortamlarında politik tartışmalardan kaçınmak, ilişkilerin “bozulmaması” için alışkanlık haline gelmesi;

  • Farklı görüşe sahip kişilerin bir arada olduğu gruplarda, ortak konular politik olmayan alanlarla sınırlanması;

  • Bu durum, toplumsal diyalog zeminini daraltması gibi.


Ve Psikolojik Etki

  • Sürekli Düşük Yoğunluklu Stres – Küçük korkular birleşerek kronik bir kaygı haline gelir.

  • Refleksif Öz-Sansür – Birey, düşünmeden önce otomatik olarak “bunu söylemeli miyim?” filtresinden kendini geçirir.

  • Bireysel İzolasyon – Korku mikrodozları, bireyleri yalnızlaştırır; toplumsal dayanışma zayıflar.

Gündelik hayatın korku mikrodozları, bireyin sürekli tetikte yaşamasına neden olur. Bu durum, büyük politik baskıların etkisini pekiştirir çünkü toplum, zaten kendi içinde düşük dozda ama sürekli korku üretir hale gelmiştir. Ve bu, otoriter bir düzen için en istikrarlı kontrol mekanizmasıdır: İnsan, en çok kendi kendini korkuyla baskıladığında yönetilmesi en kolay hale gelir.


9. 2000’ler Sonrası AKP– AKP /MHP Travma Politikaları

2000’ler sonrası Türkiye, otoriter yönetim biçiminin yalnızca baskı ve yasaklar üzerinden değil, aynı zamanda sistemli bir travma üretimi üzerinden nasıl inşa edilebileceğinin somut laboratuvarına dönüştü. AKP–MHP ittifakı, hem sert güç (hukuk sopası, polis gücü, ekonomik yaptırım) hem de yumuşak güç (algı yönetimi, kültürel kodların araçsallaştırılması, toplumsal bağımlılık ilişkileri) yöntemlerini birlikte kullandı.


Sert Baskı Mekanizmaları

  1. Yargı Sopası ve Hukuksuz Yargılamalar

    • Ergenekon, Balyoz, KCK davaları (2007–2013) ile ordu, akademi ve muhalif çevreler kriminalize edildi.

    • 2016 sonrası OHAL dönemi ve KHK ihraçları ile on binlerce kişi yargı kararı olmadan mesleklerinden edildi.

    • Keyfi tutuklamalar, uzun yargılama süreleri, muhalif siyasetçilerin ve gazetecilerin cezaeviyle susturulması.

  2. 15 Temmuz 2016 Sonrası Tasfiyeler

    • FETÖ darbe girişiminin asıl siyasi ayağının ortaya çıkarılmaması, soru işaretlerini derinleştirdi.

    • Darbe sonrası süreç, sadece darbecileri değil, muhalif tüm kesimleri baskı altına alan bir “temizlik operasyonu”na dönüştü.

  3. Polis Şiddeti ve Sokak Baskısı

    • Gezi Parkı eylemlerinde orantısız güç, barışçıl gösterilere sert müdahale gibi,

    • Valilik yasaklarıyla şehirlerin “gösteri hakkı” fiilen ortadan kaldırılması gibi.


Yumuşak Güç ve Kalıcı Kontrol Yöntemleri

  1. Milliyetçi–Güvenlikçi Dil

    • “Beka” söylemi, devletin bekasını bireylerin hak ve özgürlüklerinden üstün gören bir anlayışa dönüştü.

    • Terör tehdidi, dış güçler, milli birlik retoriği; hem ulusalcı hem muhafazakâr tabanı konsolide etti.

  2. Toplumsal Bağımlılık İlişkileri

    • Kamu ihaleleri, istihdam, sosyal yardımlar doğrudan siyasi sadakate bağlandı.

    • Özellikle kırsal bölgelerde, devlet yardımları “oy karşılığı” mekanizmasına dönüştü.

  3. Medya ve Algı Mühendisliği ile Travma Üretimi

    • İktidar medyası, muhalif hareketleri kriminalize ederken kendi tabanına sürekli “tehdit altındayız” mesajı verdi.

    • Linç kampanyaları, hedef göstermeler, “ihanet” ve “vatan haini” etiketleri ile toplumun ortak zemini daraltıldı.

  4. Kültürel Kutuplaştırma

    • Laik–seküler yaşam biçimleri ile muhafazakâr–dini yaşam biçimleri arasındaki fark, bilinçli olarak derinleştirildi.

    • Dini bayramlar, cami açılışları, hutbeler; siyasi mesajın taşıyıcı araçları haline geldi.


Ve Psikolojik Etkiler

  • Travmanın Kurumsallaşması – Olaylar ve krizler tek tek değil, zincirleme yaşandığı için toplumda kronik güvensizlik hali oluştu.

  • Korkunun Normalleşmesi – Gözaltılar, yasaklar, medya linçleri, artık “olağan” karşılanan birer günlük haber maddesi oldu.

  • Pasif Kabul – Sürekli tehdit ve kriz atmosferi, bireylerin değişim talebini değil, hayatta kalma güdüsünü öne çıkardı.

AKP–MHP döneminde korku, sadece bir yönetim aracı değil, yönetim biçiminin kendisi haline geldi.Sert baskı araçları, toplumsal şoklar yaratarak itaat sağladı; yumuşak güç yöntemleri ise bu itaati kalıcılaştırdı.Bu kombinasyon, Türkiye’de demokratik direncin en zayıf noktalarını hedef aldı: Hafızayı, ekonomiyi ve gündelik hayatın olağan akışını.


ÖZETLE TÜRKİYENİN KORKU EKOSİSTEMİ


Korku ekosistemi, yalnızca tek bir iktidar merkezinden yönetilen bir yapı değildir; devlet, sermaye, medya, dini ağlar ve uluslararası güçler arasındaki çıkar uyumunun ürünüdür. Bu nedenle, sadece siyasal iktidarı hedef alan bir çözüm arayışı, bu ekosistemi besleyen diğer damarları açık bırakır. Asıl kör nokta, işte bu çok katmanlı işbirliği ve karşılıklı beslenme mekanizmasını görmemek ve gerekli direnci oluşturamamaktır.


Geçiş sorumuz şu olsun : Bu ele aldığımız Korku Ekosistemi devam ettiği takdirde olası gelecek senaryoları ne olabilir?


Gelecek Senaryoları (2025–2035)

Türkiye’nin korku ekosistemi, geçmişten gelen travmalar, ekonomik bağımlılık, kültürel kodlar ve uluslararası güç dengeleri ile beslenen çok katmanlı bir yapı olduğunu ifade ettik. Bu yapının önümüzdeki on yılda nasıl evrileceğini anlamak için dört ana senaryo üretilebilir:


1. Devam Senaryosu – Kurumsallaşmış Korku Düzeni

  • Tanımı: Otoriter yönetim biçimi, mevcut araçlarını geliştirerek ve yeni teknolojik gözetim sistemlerini entegre ederek devam eder.

  • Nasıl İşler:

    • Dijital gözetim, sahte veri üretimi (yüz tanıma, sosyal medya takibi) mikro denetimi artırır.

    • Medya, eğitim ve kültürel alanlardaki tekelleşme derinleşir.

    • Ekonomik bağımlılık ilişkileri, sosyal yardımlar üzerinden yeniden üretilir.

  • Toplumsal Etki:

    • Bireyler, sistemle uyumlu davranmanın “hayatta kalma stratejisi” olduğuna ikna olur.

    • Muhalefet, kontrollü bir vitrin unsuru olarak varlığını sürdürür.


2. Kırılma Senaryosu – Toplumsal Patlama ve Yeniden Kuruluş

  • Tanım: Ekonomik kriz, yönetim içi çatışma veya büyük ölçekli dış politika başarısızlığı, mevcut düzenin meşruiyetini ciddi biçimde sarsar.

  • Nasıl İşler:

    • Ekonomik çöküş, geniş kesimlerin geçim derdini sistemle uyumdan daha önemli hale getirir.

    • İç iktidar koalisyonunda çatlaklar oluşur; güç dengesi kırılır.

    • Toplumsal hareketler, korku bariyerini aşarak sokağa yansır. (bu istenmeyen bir senaryodur, Allah korusun, ancak aşırı basınçtan düdüklü tencerenin patlamasına benzer sosyolojik olaylar)

  • Toplumsal Etki:

    • Kısa vadede kaos ve belirsizlik artar.

    • Uzun vadede yeni bir toplumsal sözleşme ihtimali doğar; ancak bu, geçmişin korku mekanizmalarıyla hesaplaşma düzeyine bağlıdır.


3. Ara Senaryo – Kontrollü Liberalizasyon

  • Tanım: İktidar, uluslararası baskılar ve iç toplumsal gerilimi azaltmak için sınırlı reformlar yapar; ancak temel güç yapısı değişmez.

  • Nasıl İşler:

    • Basına ve ifade özgürlüğüne kısmi gevşeme getirilir; ancak kritik alanlarda kontrol devam eder.

    • Ekonomide kısmi açılımlar yapılır, yabancı yatırımcı çekmek için “yumuşama” görüntüsü verilir.

    • Toplumsal kutuplaşma azaltılmaya çalışılır; ancak kimlik siyaseti araç olarak korunur.

  • Toplumsal Etki:

    • Korku algısı tam olarak yıkılmaz; yalnızca düşük yoğunluklu hale gelir.

    • Değişim talepleri “kontrollü” sınırlar içinde tutulur.


4. Muhalefetin Güçlenerek İktidarı Değiştirmesi

  • Tanım: Muhalefet, hem kendi içindeki dağınıklığı giderir hem de toplumsal korku bariyerini aşacak stratejik bir dil ve örgütlenme modeli geliştirir. Bu süreç, demokratik yollarla iktidarın el değiştirmesiyle sonuçlanır.

  • Nasıl İşler:

    • Muhalefet partileri, ortak bir demokratikleşme programı etrafında birleşir; kişisel liderlik çatışmalarını ikinci plana iter.

    • Toplumun farklı kesimlerine hitap eden kapsayıcı söylemler geliştirilir; gündelik siyasetinin dar alanlarından çıkılır.

    • Ekonomi, hukuk, eğitim ve dış politika alanlarında net, uygulanabilir reform paketleri sunulur.

    • Bağımsız medya ve sivil toplumla organik bağlar güçlendirilir; seçim güvenliği konusunda örgütlü bir yapı kurulur.

  • Toplumsal Etki:

    • Korku ekosisteminin en önemli beslenme kaynaklarından biri olan “alternatifsizlik” algısı kırılır.

    • Değişim talebi, ekonomik ve sosyal güvencelerle desteklendiğinde geniş kesimler için rasyonel bir tercih haline gelir.

    • Demokratik dönüşüm, korkunun kurumsallaştığı alanlarda kalıcı reformlar yapma imkânı yaratır.

  • Riskler:

    • İktidar değişimi gerçekleşse bile, korku kültürünü üreten ekonomik, kurumsal ve kültürel damarlar kesilmezse sistemin yeniden otoriterleşme ihtimalini ortadan kaldırıcı politikalr üretmek gerekir.

    • Uluslararası ve bölgesel krizlerin, yeni yönetimin reform kapasitesini sınırlandırma riskini ortadan kaldırıcı güçlü stratejik politika üretimi merkezini tek bir yapıda inşa ederek sürekli gereksiz kaybolan politika üretimi engellenmelidir.


Kritik Değişkenler

Bu dört senaryodan hangisinin gerçekleşeceğini belirleyecek başlıca faktörler:

  1. Ekonomik gidişat – Enflasyon, işsizlik ve borçluluk oranları.

  2. Uluslararası ilişkiler – AB, ABD, Rusya, Çin ile dengeler; Filistin, Suriye, Irak, Ukrayna vs ülkelerin bölgesel çatışmaları.

  3. Toplumsal hafızanın direnci – Geçmiş travmalarla yüzleşme kapasitesi.

  4. Yeni nesillerin politik tutumu – Z kuşağının ve Alfa kuşağının korkuya tepkisi.


2025–2035 arasında Türkiye’nin korku ekosistemi, ya daha sofistike bir otoriter modelle pekişecek, ya da toplumsal bir kırılma ile yeniden tanımlanacak. Aradaki gri alan ise, korkunun düşük yoğunluklu ama sürekli var olduğu kontrollü bir otoriter-liberal hibrit düzen. Gidişat, yalnızca siyasi aktörlerin değil, bu ekosistemi besleyen tüm kör noktaların görünür hale getirilip getirilememesine bağlı olacaktır.


VE SONUÇ OLARAK

Türkiye’nin 2000’ler sonrası korku anatomisi, tek bir iktidar döneminin ürünü değil; geçmişten gelen travmaların, ekonomik bağımlılıkların, kültürel kodların, medya tekelleşmesinin ve uluslararası güvenlik söylemlerinin birbirine eklemlenmesiyle oluşmuş, çok katmanlı ve derin bir yapıdır. Bu yapı, yalnızca sert baskı araçlarıyla değil, gündelik hayatın içine sinmiş düşük yoğunluklu ama sürekli korkularla ayakta duruyor. Bireyler, yalnızca devletten değil; işyerinden, mahalleden, aileden, medyadan ve hatta kendi zihninden gelen baskılarla çevrili bir kontrol mekanizmasının içinde yaşıyor.


Bu nedenle, korku ekosistemini kırmak için tek bir siyasi değişim yeterli değildir. Asıl dönüşüm, onu besleyen ekonomik, kültürel ve kurumsal damarların kesilmesiyle, toplumsal hafızanın onarılmasıyla ve bireyin yeniden hak sahibi bir yurttaş olarak güçlendirilmesiyle mümkündür.


Korkunun normalleştiği bir toplumda demokrasi yalnızca biçimsel bir kabuk haline gelir; fakat korkunun yönetim aracı olmaktan çıkarıldığı bir toplumda demokrasi, hem biçim hem içerik kazanır. Gelecek, bu farkı görebilen ve kör noktaları aydınlatabilen toplumsal cesarete bağlıdır.

 
 
 

Yorumlar


didem Fotoğraf 1_edited.jpg

Merhaba, uğradığınız için teşekkürler!
Hi, thanks for stopping by!

Paylaşımlardan haber almak için

Let the posts come to you

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter
  • Pinterest

Benimle iletişime geçmek için/
Let me know what's on your mind

GÜNDELİK DERİNLİK    DEEPLY DAİLY

bottom of page