top of page

TÜRKLERİN DE, KÜRTLERİN DE GERÇEK CELLADI KİM?

  • Yazarın fotoğrafı: Didem Öneş
    Didem Öneş
  • 7 gün önce
  • 5 dakikada okunur

TÜRKİYE “STOCKHOLM SENDROMU”NA YENİLİR Mİ?


Türkiye’de özellikle iktidara yakın medya ve gündem oluşturucularının son günlerde yoğunlaştırdığı “cellat / celladına âşık / Stockholm sendromu” tartışması, yüzeyde bir CHP–DEM–AKP polemiği gibi görünse de, asıl olarak kimlik siyaseti, ademi-merkeziyetçilik tartışmaları, ve Türkiye’nin bölgesel projelere eklemlenme süreci üzerinden okunması gereken yapısal bir dönüşümün içinde kimin nerede durduğuna dair ipucudur.


Türklerin ve Kürtlerin “gerçek celladının” bir partiye, bir lidere veya tekil bir kimliğe indirgenemeyeceğini; aksine küresel güvenlik mimarisiyle iç içe geçmiş ademi-merkeziyetçi ve otoriter bir yeniden yapılanmanın toplumsal bilinci biçimlendiren başat güç olduğunu düşünenlerdenim.


Bu bağlamda Türkiye’nin, NATO–Avrasya, Doğu–Batı, AB–BRICS veya Ortadoğu–Rusya eksenleri arasında gidip gelen tartışmalarla “jeopolitik yönünü kaybetmiş” görünmesinin nedeni, dış politika tercihleri arasında salınmak değil; ülkenin iç siyasetten dış politikaya taşınan geniş ölçekli bir yönsüzleştirme süreci ile karşı karşıya olmasıdır.


1980’lerden itibaren farklı siyasal gruplarda görülen Stockholm sendromu örüntüleri, son 20 yılda hemen hemen tüm toplumsal kümelerde yeniden üretilmiş; böylece “celladına âşık seçmen” fenomeni, Türkiye siyasetinin kalıcı bir açıklayıcı değişkeni hâline gelmiştir.


Yaşadığımız aslında tam olarak şudur :Türkiye’de iç siyaset, giderek artan biçimde dış güç mücadelelerinin aparatı hâline gelmekte; toplum ise yönsüzleştirici bir psikopolitik baskı düzenine maruz kalmaktadır.


Bu çerçevede CHP’nin “Değişimden Yana” olan 2025 Parti Programı; Atatürk milliyetçiliğini çağdaş yurttaşlık ilkeleriyle birleştiren, laik demokratik sosyal hukuk devleti normlarını merkeze alan ve bu yönsüzleşmeye karşı bir “içerden yön arayışı” sunan en güçlü siyasal metinlerden biri olarak değerlendirmekteyim. Ha bu millete, topluma doğru anlatılabilir mi, hadi anlatıldı kadrolar bu programı geliştirebilecek sadık kalacak şekilde denetlenebilir mi orasını henüz çözemedim.


Sayın ÖZGÜR ÖZEL'İN Metaforunun Haklılığı (gündemi takip etmeyenlerin anlaması zor olacaktır)

Siyasette, CHP–DEM–AKP arasında bir söz düellosu gibi görünen tartışmada, televizyon yorumcularının, kimi gazetecilerin, "Stockholm Sendromu" ifadesini "kim haklı kim haksız " şeklinde ele alarak gündem kızıştırma eğilimli değerlendirmeleri asıl gerçeği bizlerden gizliyor.Özgür Özel'in ifadesinde kullandığı cümle aslında Türkiye’nin devlet-toplum ilişkilerini açıklayan derin bir kavramsal sorunu ortaya koymaktadır. Bu kavram, yalnızca bir eleştiri aracı değil; devletin meşruiyetini, toplumun politik bilinç düzeyini ve Türkiye’nin uluslararası konumunun nasıl algılandığını da belirleyen bir episteme üretmektedir. Episteme nedir diyen okurlarım için: Epistemoloji, felsefenin bir dalı olarak bilgi üzerine çalışır. Epistemoloji bilginin ortaya çıkışı, doğası, kaynağı ve sınırları gibi temel sorulara yanıt arar. Kütüphane ve bilgi bilimleri de bilgi üzerine çalışmaktadır.


Özgür Özel’in kullandığı metaforun; DEM’de yarattığı tepki aslında organize bir Erdoğana fayda sağlayan varlık düzeni söylemine yaramıştır. DEM'in ve Sayın Erdoğan'ın tartışmayı hegemonik bir dil içinde yeniden çerçevelemesi, şunu göstermektedir: Türkiye’de “cellat” kavramı, yapısal bir güç olarak değil, politik bir retorik nesnesi olarak dolaşıma sokulmaktadır.


Oysa bu metafor, kişilere değil, rejim türlerine, güvenlik yapılanmalarına, devletin iktidar örgütlenmesine ve uluslararası kuşatılmışlık hissine işaret eden yapısal bir analiz gerektirir. İşte bu nedenle şu soruyu merkeze almalıyız:

Türklerin ve Kürtlerin gerçek celladı kimdir?

Ve Türkiye yıllardır, toplumsal bir Stockholm sendromuna mı sürüklenmiştir?


Ortadoğu ve coğrafyamızda Ulus Devletler ABD'nin istediği gibi sonlandırılmalı mıdır, Kimlik Siyaseti ve Parçalı Egemenlik siyaseti Yapan asıl aktörler kimlerdir?


Modern ulus devlet, Benedict Anderson’ın ifadesiyle “hayali bir cemaat”tir; ancak bu cemaat, devletin hukuki egemenliği ve toplumu bütünleştirici kurumlarıyla somutlaşır. Ernest Gellner’a göre ulus devlet, endüstriyel modernliğin siyasi–kültürel zorunluluğudur; merkezileşmiş bir yönetim, yekpare bir hukuk düzeni ve bütünleşik bir vatandaşlık yapısı üretir. Anthony D. Smith ise üniter devleti, etno-sembolik bir mirasın modern siyasal formu olarak görür.


Bu üç klasik yaklaşımın ortak noktası: Ulus devlet merkezi egemenlik ve bütüncül yurttaşlık üzerine kuruludur.


Soğuk Savaş sonrası siyasal düzenler, bu modelin üç temel sütununda ciddi aşınmalar yaratmıştır:

  1. Küresel kapitalizm–güvenlik ağlarının devleti çevrelemesi– Immanuel Wallerstein ve Stephen Krasner bu süreci “egemenliğin örgütlü ikiyüzlülüğü” olarak yorumlar.

  2. Etnik ve bölgesel kimliklerin siyasallaşarak alt-egemenlik talepleri üretmesi– Ivo Banac’ın Yugoslavya analizi ile Henry Hale’in etnofedere devlet incelemeleri bu durumu çarpıcı biçimde göstermiştir.

  3. Devlet içi devletçiklere dönüşen hibrit güvenlik yapılarının yükselişi– Andreas Wimmer’ın Nation Building çalışması, bu hibritleşmenin modern devletleri nasıl böldüğünü açıklamaktadır.


Türkiye, bu üç dinamiğin tam ortasında bulunmaktadır:

  • Otoriter başkanlık sistemi,

  • Kimlik siyaseti,

  • Bölgesel ademi-merkeziyetçilik baskıları,

  • Suriye–Irak sahalarının Türkiye’ye yansıyan etkileri ve bu sahaya eklemlenme arzusundaki bir iktidar,

  • Küresel güçlerin Orta Doğu’daki mühendislik planları, hepsi birlikte ulus devletin bütünlüğünü aşındırmıştır. Ulus devlet aşınırken, üniter kimliğimiz aşındırılmıştır.


Bölgesel Dönüşüm Hedefleri


Dün yazdığım yazıda, ABD’nin; Hazardan Akdenize, Suriyeden Karadenize uzanan, İsrail'i bölgenin çavuşu yapan, İran’ın çevrelenmesi, Türkiye–İsrail eksenli yeni bir hat kurulması ve Suriye–Ermenistan Azerbaycan–Körfez üçgeninin yeniden düzenlenmesi üzerine kurulu bir KÜRESEL PROJEyi sizlere anlatmaya çalışmıştım.

  • Bu plan yalnızca askeri bir hat değildir; aynı zamanda enerji–ticaret–demografi mühendisliği projesidir.

  • Türkiye bu hatta kurucu bir aktör değil, çoğu zaman uyarlanan bir ülke konumundadır.

  • Bu projede NATO’cu ya da Avrasyacı kategoriler, artık jeopolitik okuma için yetersizdir.


Richard Sakwa’nın tanımıyla bu dönem, “çoklu hegemonyalar” dönemidir; tek bir blok değil, birbirleriyle rekabet eden ama aynı zamanda birbirine bağlı güç ağları vardır. Ancak ilerleyen yüzyıllarda çoklu hegomanya iki kutuplu bir hegomanyaya dönüşecektir.


Bu bağlamda Türkiye üç yönden yönsüzleştirilmektedir:


Enerji ve Jeopolitik Koridor

Zengezur Koridoru, Azerbaycan’ın Hazar havzasını Türkiye üzerinden Akdeniz’e bağlama planıdır. Bu hat, İran’ı bypass eder; Türkiye’yi zorunlu bir lojistik ülkeye dönüştürür. Rusya ve Çini kordon altına alır dense de, RUSYA pazarlığını çoktan gerçekleştirmiştir.


Demografik ve Kimlik Mühendisliği

Gazze’nin Körfez sermayesiyle “Filistinlisizleştirilmesi”, Suriye’nin ademi merkeziyetçi alanlara bölünmesi, Irak’ın parçalanmışlığı; Afganistan, Pakistan gibi ülkelerin kimliğinin dinsel alanlara mahkum edilmesi, Türkiye’nin içindeki kimlik siyasetini de tetikleyen bölgesel mühendisliklerdir.


Suriye ve Irak Üzerinden Türkiye İç Mimarisinin Yeniden Kurgulanması

Suriye kuzeyinde SDG/YPG ile HTŞ’yi bir araya getirme çabaları, Irak’ta Kürt bölgesinin güçlendirilmesi bütün bunlar, Türkiye’nin güney sınırlarını esnek, geçirgen, kalıcı olarak ademi-merkeziyetçi yapılarla çevrelemiştir.


Sonuç:Türkiye’nin yönünün küresel güçlerce bir oraya bir buraya çekiştirilmesiyle içerde de yönü şaşmıştır.


İç Siyasetin Dış Planların Aparatı Haline Gelmesi:


Stockholm sendromu, mağdurun kendi celladını meşrulaştırması olduğuna göre evet DEM partisi Stockholm sendromuna en muhattap partidir. Peki Ak Parti seçmeni ile MHP seçmeni bu sendroma ne kadar yatkınlar sorusunu hiç mi sormayalım? Türkiye’de hem Türklerde hem Kürtlerde bu sendrom maalesef mevcuttur:

  • İktidar baskısı normalleştirildiğinde,

  • Karşı devrim içerikli bir rejim; çözüm gibi sunulduğunda,

  • Kimlikler üzerinden kutuplaşma sürekli kışkırtıldığında,toplumsal bir “celladına aşık olma hali” oluşur.

Bu, Byung-Chul Han’ın “psikopolitik iktidar” kavramının tipik örneğidir.


CHP 2025 Programı: Ülkenin Yönsüzleşmesine Karşı Bir Yön Arayışı


CHP’nin 2025 Programı, Türkiye’nin yönsüzleşmesine karşı üç düzlemde restorasyon önerdiğini düşünüyorum, en azından ben öyle anladım:


Anayasal Restorasyon

Parlamenter sisteme dönüş, TBMM’nin güçlendirilmesi, yargı bağımsızlığı; ulus devletin demokratik egemenliğini yeniden kurmayı hedefleyen bir parti programı.


Eşit Yurttaşlık ve Modern Ulus Tarifi

“Türkiye’de yaşayan herkes Türk milletinin eşit yurttaşıdır” yaklaşımı, Atatürk’ün 1931’deki tanımını çağdaş bir vatandaşlık hukukuyla eklemler. Bu, federal–etnik ayrımcılığa değil hak temelli bütünleşmeye dayanır.


Demokratik Yerindenlik vs Ademi-Merkeziyetçilik Ayrımı

Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi demokratikleşme aracıdır; ancak kontrolsüz şekilde etnik/bölgesel özerklik tartışmalarına kayması tehlikelidir. Dolayısıyla, CHP Programı bu çizgiyi dikkatle ayırdığı takdirde gelecek için bir umut doğacaktır. Bu program doğru anlatılırsa, Türkiye’nin bölgesel projelere eklemlenmek yerine kendi yönünü yeniden belirleme kapasitesi artabilir.


Gerçek Cellat Kimdir ve Türkiye Stockholm Sendromuna Yenilir mi?


Bu günkü yazımda, Türklerin ve Kürtlerin “gerçek celladı”nın:

  • tek bir parti,

  • tek bir lider,

  • tek bir kimlik,

  • tek bir ideoloji olmadığını anlatmaya çalıştım.


Gerçek cellat:

  • ulus-devletin merkezinin içerden boşaltılması,

  • Türkiye’nin bölgesel projelerde edilgen bir koridora dönüştürülmesi

  • ve toplumun buna rıza üretmeye zorlanmasıdır.


Türkiye’nin Stockholm sendromu riski tam da budur: Toplum, kendi celladının kim olduğunu unutacak kadar kutuplaştırıldığında; egemenliğin parçalanması, demokrasinin aşınması ve kimliklerin araçsallaşması normal hâle gelir.


Bu nedenle Türkiye’nin ihtiyacı, NATO–Avrasya ikiliğinin dışında; demokratik, laik, sosyal hukuk devleti temelli bir üçüncü siyasal okumadır.


Aksi hâlde Türkiye, yönsüzleşmiş, parçalı egemenlik alanlarıyla çevrili, toplumsal olarak “celladına bağlanmış” bir ülkeye dönüşebilir.

 
 
 

Yorumlar


didem Fotoğraf 1_edited.jpg

Merhaba, uğradığınız için teşekkürler!
Hi, thanks for stopping by!

Paylaşımlardan haber almak için

Let the posts come to you

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter
  • Pinterest

Benimle iletişime geçmek için/
Let me know what's on your mind

GÜNDELİK DERİNLİK    DEEPLY DAİLY

bottom of page